Anasayfa Haberler Kitap Eleştirileri Film Eleştirileri Yazılar

16 Ekim 2016 Pazar

The Great Gatsby (Muhteşem Gatsby) Filmi

The Great Gatsby
Orijinal Adı, The Great Gatsby filminin yönetmeni: Baz Luhrmann. 2013 ABD yapımı olan ve 146 dakika süren filmde oyuncular: Leonardo DiCaprio, Tobey Maguire, Carey Mulligan, Isla Fisher...

Scott Fitzgerald'ın aynı ismi taşıyan klasikleşmiş kitabından uyarlanan film, "İçinden ne zaman birini eleştirmek gelse" demişti, "bu dünyada herkesin senin sahip olduğun üstünlüklerle doğmadığını anımsa, yeter." cümlesiyle başlıyor.

Bilmeyenler için belirtelim Scott Fitzgerald'ın bu eseri ders olarak okutulan önemli bir klasik olarak görülüyor. Türkçe'ye farklı isimler tarafından kazandırılan bu eserin Can Yücel çevirisi bile mevcut. Fakat kabul görmüş bir çevirisi olduğunu söylemek zor. Kitapta yer yer sembolik anlatımlarla örülmüş ciddi bir eleştiri olduğunu bilmek filmi izlerken de önem kazanıyor.

Dr. T. J. Eckleburg'in gözleri2013 yapımı bu film aslında remake yani yeniden yapım. Daha önce kitabın aslına daha çok bağlı kalınan 1974 yapımı bir film daha var. Bir çok eleştirmen Baz Luhrmann'ın kitabın aslından uzaklaştığı görüşünü paylaşsa da şahsi fikrim, Luhrmann 'zaten aslına uygun bir tane yapılmıştı, ben daha farklı nasıl bakarım' havasında olduğu yönünde. Belki bu noktada filmin 3D olarak gösterime girdiğini belirtmek de gerekiyor. Tabii ki 2D versiyonunu da tercih edebilirsiniz. Bir de jazz dönemini anlatan filmde hip hop kültürüne ait öğelere yer verilmesini eleştiren isimler olsa da bir çok kişi tarafından kabul edilen gerçek filmin soundtrack albümünün harika olduğu yönünde. (Benim favorim "love is blindness" parçası)

Fitzgerald'ın Amerikan rüyasına bir eleştiri olarak kaleme aldığı kitabının filmde de aynı eleştiriye sahip olduğunu düşünmek zor. Fakat 1920'li yıllarda Amerika'da görülen materyalist, maddeci izleri açıkça görmek mümkün. Yemek, içmek ve hayvanca eğlenmek fikrinin sosyetik ve parlak partilere dönmüş şekli gözler önüne serilirken 'aşk' düşüncesinin de bu dönüşümden nasibini aldığını görüyoruz.

Jay Gatsby karakterinin 1920'lerin ışıltılı dünyasında umut dolu hırsıyla birleşen zengin olma amacı yozlaşmanın farklı bir boyutunda yaşanıyor. Ekonomik değişimlerin, hisse senetlerinin hızla artığı wall street dünyasının ve dönemin ABD yasalarının çanak tuttuğu ahlaki değerlerin çöküşüne dair ciddi eleştirilerin yer aldığı Muhteşem Gatsby filminin ailecek izlenebilecek bir film olduğunu söyleyemeyiz. Bununla birlikte film; dostluk, kadın - erkek ilişkileri ve aşk ile ilgili konularda yeniden düşünmeye zorluyor.

Fatih Karaşahan




--SPOİLER--SPOİLER--SPOİLER--SPOİLER--


Gatsby karakteri bugün bile hayatın bir çok yerinde görülebilecek bir karakter. Özellikle Sosyal Medya Tırmanıcıları olarak bilinen sahte fenomenlerin kendisinden birşeyler öğrenebileceği yönünde yorumlarla karşılaşmak mümkün.

Zira Gatsby "ya olduğun gibi görün yada göründüğün gibi ol" düşüncesini biraz yanlış anlamış bir karakter. Sahte bir geçmişi onaylayacak doğru referanslarla güçlendirerek zenginleştirdiği fakir hayatında illegal işlerle hırsla kurduğu hayallerine yapışmış umutlu bir sahtekar. Filmin sonunda Gatspy'nin sahte hayatının acı sonu da bunu da doğruluyor. Sizce de öyle değil mi?


Fatih Karaşahan
Devamını Oku »

23 Temmuz 2014 Çarşamba

Orhan Pamukgillerden Cevdet Bey ve Oğulları - KİTAP

Nobel ödüllü ilk ve tek edebiyatçımız Orhan Pamuk’un ilk romanı “ Cevdet Bey ve Oğulları”. Bu eseri Pamuk 22 yaşında başlayıp 26 yaşında bitirmiştir, ama ne bitirme! İletişim yayınlarından çıkan eser 610 sayfalık güçlü bir hacme sahiptir.
Nişantaşı’nda zemin salmış bir ailenin 3 kuşağı anlatılır.  Cumhuriyetin ilk yılları ve Modern İstanbul’a geçiş ile zaman mevhumu ilerler. İsminden de anlaşılacağı üzere Cevdet Işıkçı, ailenin büyüğü ve babası. Köşk metaforu sosyal sınıf simgesi. Olaylarda kuşak çatışması ve ailede ki değişimden kaynaklı arıza ve hataları gözler önüne serer.  Eserin ilk bölümü olan 85 sayfada Pamuk, sadece 1 günü anlatmış, evet bir günü anlatmıştır ama ne anlatma. Hiç sıkmaz sizi öyle bir sürükler ki genç bir yazarın fazlaca girdiği ayrıntıları bile görmezden gelirsiniz.

Öyle aksiyon falan bulunmamakla birlikte bir ailenin gündelik sıkıntı ve mutlulukları ancak bu kadar merak ettirilebilir.  Sanki Cevdet Bey’in günlüğünü okurcasına bir etkileyicilik, kasıtlı yapılmış yazım yanlışları  “abtes”  gibi size doğallığın içine çekecektir. 

Orhan Pamuk’un çoğu romanını okumuş biri olarak diyebilirim ki; Cevdet Bey ve Oğulları bambaşka bir kalemden çıkmış gibi, o kadar sadeliğin ve sıradanlığın içinde, bu kadar sürükleyiciliği başka bir eserde daha karşılaşmadım ne yazık ki. Klasik roman uyarlaması giriş gelişme sonuç olmasına karşın ediplik bu olsa gerek. Sanki kalemi eline alsan yazabilecekmişsin gibi his vermekle, bu kararlılığı sağlamanın hayalini bile kuramıyorsunuz. Eser güzel mi? Güzel. Başyapıt mı? Hayır.   Kendisine sorulduğunda o da “ilk romanımız kısmet” der, geçiştirir.

Türk burjuvazisi en iyi tahlil eden Orhan Pamuk’u tavsiye etmek ne haddimize, ama bir tatil beldesinde 1 ayınızı ayırarak, aklınızı yormayarak, dizi kıvamında ki bu kalın kitaba cesaret edebilirsiniz belki de.


Saygı ve hürmetle... 
Yunus Yücetürk
Devamını Oku »

21 Temmuz 2014 Pazartesi

Kürt Milliyetçiliğinin Kaynakları ve Şeyh Said İsyanı

Bir eseri tanıtmaktan ziyade eleştirmek çok daha zorlu bir uğraş olsa gerek. Ben de Prof. Robert Olson'un 'Kürt Milliyetçiliğinin Kaynakları ve Şeyh Said İsyanı' kitabını seçerken eleştirmekten ziyade tanıtmayı tercih ettim. Belki de bir mesuliyetten kendimi azad ederek kritik kısımını eseri okuyacak olanlara bıraktım diyebilirim.
Evvelin müelliften bahsedecek olursak Prof. Robet Olson Kentucky Üniversitesi`nde Ortadoğu ve İslam Tarihi öğretim üyesidir. Ortodoğu ve Kürt Tarihi üzerinde çok önemli eserler kaleme almıştır. Ve Kürt Milliyetçiliğinin Tarihi alanında önemli bir boşluğu doldurmuştur.

Neden Kürt Tarihi?
Robert Olson'a göre Kürt tarihini incelemek veya kabul etmek neden kaçınılmazdır?

Bu sorunun cevabını müelliften alalım: ''Kürt halkının tarihini ve katkılarını incelemeden Osmanlı ve Türkiye tarihini yazmak, Amerikalı zencilerin tarihini ve etkisini incelemeden; Amerikan tarihini veya Sovyet Müslümanları`nın tarihini ve tesirini incelemeden Sovyet tarihini yazmaya benzer"

Robert Olson malum eserinde Şeyh Said'in Türkiye Cumhuriyeti ve Kemalist rejimle mücadesine gelmeden önce Kürt Milliyetçiliğinin kökenlerine inmeye çalışır. Ve Kürt Milliyetçiliğini Şeyh Said'e kadar 4 evre içerisinde inceler.

1) Şeyh Ubeydullah Nehri ve onun kurduğu Kürt İttihadı önderliğindeki hareket
2) Hamidiye Alayları'nın kurulduğu 1891'den 1. Dünya Harbi'ne kadar süren dönem
3) 1. Dünya Harbi hadiselerinden Sevr Muahedesi'ne kadar süren dönem
4) 1. Dünya Harbi ertesinden Şeyh Said hareketine giden savaş sonrası gelişmeleri.

Şeyh Ubeydullah Nehri'nin Kürdistan tahayyülü ile Kürt milliyetçiliği'nde Şeyhlerin rolü ortaya çıkıyor. 2. Mahmud döneminde Kürt Emirlerin pasifize edilmesiyle Kürdistan'da Şeyhlerin siyasi rolü oldukça önem kazanmıştı. Şeyhler de zaten halkın desteğini bulmakta hiç zorlanmıyorlardı.

1891'de Hamidiye Alaylarının kurulmasıyla göçebe kürt aşiretleride kürt milliyetçiliğinde etkin rol oynamaya başlamıştı. Müellife göre 'Hamidiye dönemi, yükselmekte olan Kürt milliyetçiliğinin evriminde gerekli bir fasıla olarak, bu evrimin 3. evresini belirlemiştir. Bu dönem Sünni Kürtler arasında dayanışma duygularına katkıda bulunmuş ve pek çok Kürt gencine önderlik fırsatları sunmuştur. Dahası Hamidiye alayları pek çok Kürde askeri teknoloji ile donanım bilgisi ve bunları kullanabilme kabiliyeti sağlamıştır. ' (kitaptan sf. 36-37)

1908'den 1924'de kadar Kürt Milliyetçiliği bölümü Şeyh Said'i anlamak için çok büyük ehemmiyet arz ediyor. 1908 Jön Türk İhtilali, özellikle İstanbul'da Kürt Milliyetçi teşkilatlarının kurulmasına neden oldu. İlk teşkilat Kürt Terakki ve Teavün Cemiyeti'ydi. Uzun ömürlü olmadı Jön Türkler tarafından 1909'da kapatıldı. Sonrasında ikinci bir örgüt Hevi-i Kürt Cemiyeti (Kürt Ümidi Derneği) kuruldu. Bu oluşumlar Kürt örgütlenmelerinin ilk çekirdeklerini ortaya koydular. Şeyh Said hadisesinde önemli rol oynayacak olan örgüt Ciwata Xwesseriya Kurd (Kürt İstiklal Cemiyeti) idi.

Bu bölümde Prof. Robert Olson çok önemli bir soru olan Büyük Britanya'nın Kürdistan'ı destekleyip desteklemediği sorusuna cevap veriyor: 'O Britanya'ki Irak'ı işgali, İran üzerindeki etkisi ve Sevr Muahedesi'ni imzalamış olması ile birleşik bir Kürdistan olamayacağını, açıklığa kavuşturmuş bulunmaktadır. ' (kitaptan sf. 49) Robert Olson'ın düşüncesi, Büyük Britanya'nın yükselen bir Türk milli kuvvetleri karşısında Kürt bağımsızlık hareketini desteklemenin mümkün olmadığı ve Britanya'nın siyasi çıkarlarına aykırı olduğu yolundadır.

Şeyh Said Meselesi ve Ciwata Xweseriya Kurd (bilinen adı ile Azadi) 'ün isyana etkisi.. Bir takım görüşlere göre örgütün kurucusu Miralay Halit Cibran Bey'dir ve Şeyh Said ile evlilik yolu ile akrabadır. Örgütün Kürdistan'da 23 şubesinin olduğu düşünülmektedir. Çok gizli bir yapılanmaya sahiptir. Bu yüzden örgüt hakkındaki bilgiler oldukça kısıtlıdır. Yazar yine bu bölümde örgüt ile Şeyh Said'in arasındaki bağı vurguluyor. Şeyh Said'in Azadi kongresine katılması ve önderliğine kadar bir çok mesele masaya yatırılıyor. Yazara göre herşeyden önce Şeyh Said'in mektuplarından gelen bilgilerden anlaşılacağı üzere Şeyh Said, Kürt milletine sadık bir liderdi. Ve İslami kaygılarından ötürü yeni kurulan yönetim ile hiç bir şekilde uzlaşması mümkün değildi. Kürdistani ve İslami bir harekete önderlik etmesi için bir çok sebebi vardı.

Mondros'tan Lozan'a Kürtlere yönelik İngiliz Politikası başlığındaki uzun bir bölümde ise Churchill'in öderliğinde Edward William Noel ve Percy Cox'ın Kürdistan üzerine olan görüşlerine ağırlık veriliyor. Ve müellif burada İngiliz arşivlerinden yararlanıyor. Yine aynı bölümde Şeyh Mahmud Berzenci'nin rolü işleniyor.
Ve son bölüm olarak Şeyh Said isyanı detaylarıyla inceleniyor. Bu bölümde Şeyh Said hareketine katılımdan, hareketin tüm ayrıntılarına, sonuçlarına ve uluslararası boyutlarına değiniliyor.

***

Son olarak 'Kürt Milliyetçiliğinin Kaynakları ve Şeyh Said İsyanı' eserinin Wadie Jwaideh'in 'Kürt Milliyetçiliğinin Tarihi' eseri ile birlikte kritik edilmesini tavsiye ederim.

İnşallah bu önemli eseri layıkıyla bir nebze olsun tanıtabilmişimdir. .


Abdulmelik ARGIN
Devamını Oku »

Kitaplardan Medet Ummak ve Bulmak

Hayat engebelerle doludur, en ufak hayallerin peşinde de koşsan en büyük hedeflere doğru yürüsen de, bu engebelerle yüzleşmek, mücadele etmek zorunda kalırız. Bazen en ufak sorunların debdebesinde boğulur bazen büyük sıkıntıların deryasında kendimizi kaybederiz. Herkesin sorunu kendine büyüktür. Sorunlara takılıp orada kalmak ta kişinin kendisine bağlıdır. Yağmur gibidir insan, bazen meyve dallarında yeşerir bazen de boşuna akar hayatın yolunda...
Yazarın da kendince yaşadıkları vardı, yaşayıp ta bırakamadığı sıkıntıları, yormuştu onu ve artık bezgindi. Gündelik kurtuluş yollarına sarılır ve bunun adına sıkıntıdan kaçmak derdi. Kaçtıkça dahada saplanırdı zihninin içindeki korkunç karanlığına... Yürümeye verir kendini delicesine yürürdü nereye yürüdüğünü bilmeden, zihninin biraz olsun rahatlamasını istiyor ve beynindekileri yürüyerek yollara döküyordu. Aşıktı, geleceğe dair kaygıları geçmişe ait acıları vardı. Zihni geçmişe özlemle bakarken geleceğin kaygısını düşünüyor ve bu ikisi arasında mekik dokuyordu. Ne kadar da yorulmuştu yaşamaktan, yaşıyorum diyebilmek için onun artık bulduğu bir çözüm vardı ve bu okumaktı. Ağlamaktan aptallaşan surat ifadesi, okudukça derin çizgilere bürünüyor ve adeta kızaran bir elma gibi olgunlaşıyordu. Onu pişiren güneş ise çok sevdiği kitaplarıydı. Bu kadar büyük yaşarken sıkıntılarını ileriye dönük yaşama inancı vardı hem de dingin ve özümseyerek hayatı.

Bunu yapabileceğine sonuna kadar inanıyordu. O genç böyle yaşayacak ve çok mutlu olacaktı. “Peki nasıl olacak” dedi bu sırdaşı, okumakla dedi adam. Zaman geçti, adam felsefeden tarihe psikolojiden polisiyeye zıpladı durdu. Bazen uyuşturucu batağına düşen bir genç oldu, bazen silik bir devlet memurunun geçmişine sığdırdığı acıları yaşadı. Kimi zaman zirvedeki tarihi şahsiyetin yalnızlığına ortak oldu. Belki de sürekli başkalarının sıkıntısına, problemlerine koşmaktan ve insanların sorunlarına bir psikolog gibi gayet yararlı olan bu adamın bir tek kendine göre ilacı yoktu. Felsefeye daldı, kendini düşündü, tasavvufa daldı kendini buldu. Yaşamın derinliklerine dalarak kitapların içinde kendi realitesine ulaştı. Aslında bu yarattığı sanal bir dünya idi. Fakat oradan gerçeğe dönüşü bambaşka bir adam yapıvermişti onu. Artık oldukça kararlı duruyor, güçlü duruşu keskin bakışlarında mana buluyor adeta bir kudret abidesi gibi hayatın içine usulca süzülüyordu.

Bütün bunları yaparken kitapların deryasına dalıyor ve karakterlerin içinde kendine yer arıyordu. Zihnini dinlendiren bu adam sakin ve rahattı. Bu devam eden ruh hali ne kadar sürecek bunu bilmeden okuyordu sadece okuyor... “Ne yaptın?” dedi sırdaş, “kitaplardan medet buldum” dedi adam, “peki ya ben” dedi sırdaş, “okuyacaksın” dedi adam “okuyup kendini bulacaksın.” Geçmişteki yaşadıklarımıza, insanların hallerine, insanların anlaşılmaz tavırlarına tebessümle bakıp gülmeyi öğrenmesini istiyordu adam ve ona: “Anıların iyileri de vardır kötüleri de önemli olan bunların her ikisini de güzel bir şekilde anmaktır. Geçmişi tebssümle hatırla çünkü o geçmişte bende varım” diyerek düşünce deryasına bıraktı sırdaşını...


Hacı FİDAN
Devamını Oku »

18 Temmuz 2014 Cuma

İki Kişinin Bildiği Alfabeden Aşkı Anlatmak

Şifreli konuşmalar için ya çocuk olmak lazım ya da çok korkak... Bunun dışında insan sayısı kadar alternatif üretilebilir. Aşk öyküsü denince aklımıza gelen ani başlangıçlar, bilinen süreçler ve sessiz sonlanışlar mıdır? Yoksa ciddi mücadeleler, kavuşamamanın getirdiği yeni mana yüklemeleri ve derin izler bırakan, tamamlanmamış, sonuna üç nokta konmuş cümleler mi?

Bir roman düşünün... 1960’lı yılların Kıbrıs’ında başlıyor, sonra bir kronolojiye uymadan tıpkı roman kahramanın yaşadığı duygular gibi bir ileri bir geri gidip geliyor, değişiyor, dönüşüyor, durgunlaşıyor ve yeniden şiddetleniyor... Ve şifreli bir alfabe ile başlayan duygular, aşk denen okyanus içerisinde bir sal olup yol almaya başlıyor.

“Hayaller oturabileceğiniz en büyük evdir” diyen bir romandan bahsederken aşklar geri planda kalır... O zaman akla aşkla şekillenen hayat mı yoksa hayatla şekillenen aşk mı yaşandığı sorusu gelir...

“Yaz” bir mevsim adı ya da bir eylem

Kitapların yazıldığı mevsimlerin, okunmasında etkili olup olmadığı araştırılması gereken konu olarak bir kenarda dursun. “Yaz” dendiğinde kimilerinin aklına inanılmaz anılarla dolu bir mevsim gelirken, kimilerinin aklına da yazma eyleminin coşkusu/zorluğu ve zorunluluğu gelir... Kürşat Başar’ın “Yaz” adlı romanı da işte okuyucularına her iki seçeneği de sunuyor ve hangisinin daha önemli olduğunun kararını okuyucuya bırakıyor...

Yazarın on yıl aradan sonra kaleme aldığı bu roman; hayata kayıplar ve boşluklarla başlayan bir gencin yaşadığı travmaları ve büyüme sürecini anlatıyor. Hikâyenin kahramanı Murat, bu hayatı kavrama ve içine kapanıklığını çözme sürecinde Emel ile karşılaşıyor... Bu karşılaşma o içine kapandığı ve hayatı kitaplardan öğrenmeye çalıştığı bütün süreçlerini altüst ediyor. Sırlar, şifreler, farklı dünyalar ve insan fıtratının getirdiği farklılıkların insanları birbirine yaklaştırması ve bazen de birbirleri arasına duvarlar örmesini usulca okurun kulağına fısıldıyor...

“Yaz” baştan aşağı olaylarla ilerlemiyor. Murat’ın dilinden hayata dair aspirin fikirler aralara serpiştiriliyor. Yakalayabilenler için boyutu minik ama manası büyük sloganlar, düşünceler arasında savruluyor...

Küçükken hepimiz, bir an önce, "hayata atılmak" için yanıp tutuşuruz. Bir romanı okurken kahramanın başına neler geleceğini bilmezsiniz ama isterseniz bir hile yapar ve ilerleyen sayfaları açıp neler olacağını öğrenebilir, hatta kitabın sonunu okuyabilirsiniz. Ama kendi hayatınızda bunu yapamazsınız. O atıldığınız hayatın sizi nereye sürükleyeceğini, başınıza neler geleceğini, geri dönüp dönemeyeceğinizi hiç bilemezsiniz. Çoğu zaman bildiğinizi sansanız bile... (Yaz, Kürşat Başar, 2014)

Yaptığı genellemeleri, yaşadığı sevinç ve hayal kırıklıkları ile besleyen yazar, Murat’a biçtiği sessiz, düşünceli ve sabırlı adam kişiliğiyle söylemesi gerekenleri hiç zorlamadan özetliyor.

İnsanın başka yerlerde başka hayatlar kurup kendisini tümüyle bir başkası gibi görmesi mümkün ama aynaya baktığında gördüğü kendi yüzünden kurtulması mümkün değil. Çoğumuz bir biçimde kendimizi aldatıyoruz. Elbette başkalarını da... Belki pek çok insan ömrünün sonuna dek bunu sürdürebiliyor ve yaşadığı yerde kendisine tutulan aynalarda bile farklı bir yansıma gördüğüne kendini inandırabiliyor... 

Roman kahramanını öne çıkaran iki özellik hem çok okuması, hem de düzenli mektuplar yazması... Okuyucuya samimi gelen bir başka noktada olayları anlatırken bazı bölümlerini hatırlamadığı, bazı yerlerde gerçekten öyle mi olduğu yoksa bunu kendi zihninde mi yoğurduğu konusunda emin olmadığına dair itiraflarda bulunması.

"…kim bu devirde, televizyondaki bir diziyi, çalıp duran telefonda bir arkadaşın anlattıklarını, tanıyıp tanımadığı insanlara olur olmaz notlar yazmayı, bilgisayar başında geçirilen saatleri, akşama gidilecek eğlenceyi bırakıp da yüzlerce sayfalık bir romanı, satırlarını, bölümlerini atlamadan okur ?" 

“Günün birinde hepimiz başkalarının, yalnızca başkalarının dilindeki sözcüklere dönüşeceğiz” 

“Yaz” romanı ana karakteri sakin, duygularını yoğun olarak içinde yaşayan, çok konuşmayan yapısıyla, Sabahattin Ali’nin Kürk Mantolu Madonna’sı ve Zülfü Livaneli’nin Kardeşimin Hikâyesi’nin ana karakterlerini anımsatıyor... “Yaz”ı özel kılan ise, Murat’ın sadece kendi yaşadığı tecrübelerini anlatmakla kalmayıp, hayatın bütün süreçlerinde insana dair fikirleri sıkça dile getirmesi ve bunu kişiliklerle sınırlamaması.

Bir Ramazan günü iş çıkışı Kızılay Güvenpark’ta oturup sonunu heyecanla okuduğum “Yaz”, hem yazma isteğimi artıran hem de yeni kitaplar okumaya teşvik eden yönüyle ruhumda bir yerde bekliyor...

Ve aklıma Jerome David Salinger’ın, Çavdar Tarlasında Çocuklar adlı kitabındaki o harika cümle geliyor: “Bir kitabı okuyup bitirdiğiniz zaman, bunu yazan keşke çok yakın bir arkadaşım olsaydı da, canım her istediğinde onu telefonla arayıp konuşabilseydim diyorsanız, o kitap bence gerçekten iyidir...”


Mustafa OĞUZ
mustafaoguz1@gmail.com
Devamını Oku »

17 Temmuz 2014 Perşembe

Dövüş Kulübü

Dövüş Kulübü 1996 yılında Chuck Palahniuk tarafından yazılmış bir romandır. 1999 yılında David Fincher tarafından beyaz perdeye aktarılmış, başrollerinde Brad Pitt(Tyler Durden) ve Edward Norton(Jack) ve Helena Bonham Carter(Marla Singer) rol almıştır. Ufak tefek bilgiler vermek ve yazının ciddiyetini korumak adına wikipedia’dan çalıntıladığım kısımlar bittiğine göre asıl meseleye geçebiliriz.
Asıl mesele şu ki; bir kitabın/yazarın/filmin/şarkının ne anlatmak istediği çok önemli değildir. Ne yazarın ne yönetmenin niyeti önemli değildir. Her şey alıcıda olup biter. Hatta alıcının hayatının belli dönemlerine, ruh haline, yaşantısının çalkantılarına göre bile aldığı şey çok değişkendir.

Benim de hayatımın böyle bir dönemine denk gelmiştir Dövüş Kulübü. Tam en lazım olduğu döneme! Tyler Durden, sirkeyle Jack’in elindeki kimyasal yanığı nötralize ederken “Tebrikler, dibe vurmaya bir adım daha yaklaştın” dediğinde, onu Jack’e değil bana söylemiştir.

Dövüş Kulübü’ne baktığımda, akıcılık derdi olmayan fakat okurken sıkmayan, kurguda mükemmellik aramayan ama yine de bir şaşırtmacayla akılları karıştıran, ne temiz bir üslup peşinde ne de okuyucunun midesini kaldırmamaya özen gösteren bir eser görüyorum. Dövüş Kulübü’ne, tüm bunları dikkate alarak klasik bir roman gözüyle bakmak içindeki o sivri felsefeye haksızlık etmek olur. Her tespitte ve yargıda, güçlü gözlemlerin, farklı ve nevi şahsına münhasır bir bakış açısının izlerini görebiliriz. İnsanın adeta bilincine balyoz gibi inen, tüm normalleri sorgulanabilir ve temelsiz alışkanlıklar haline getiren yazarın çekinmez ve vurdumduymaz söylemleri, kitabı daha da çekici yapıyor.

Bir fıtrat arayışının hikâyesidir benim için bu kitap. Medeniyet adını verdiğimiz oyun parkında, kendi kendimize uydurduğumuz farazi her değerin, her yargının üstüne basa basa sorgulamasını yapar. Mesela sahip olmak ne ifade eder sizin için? Anlamı var mıdır, varsa nedir? Kendinizi nasıl ve neyle tanımlarsınız? Buyurun, Tyler Durden ne diyor bu konuda bakalım:

“Dinleyin sürüngenler; sizler özel değilsiniz,
sizler güzel ya da eşi benzeri olmayan kar tanesi de değilsiniz,
sizler işiniz değilsiniz,
sizler paranız kadar değilsiniz,
bindiğiniz araba değilsiniz,
kredi kartlarınızın limiti değilsiniz,
sizler iç çamaşırınızın markası değilsiniz,
sizler herkes gibi çürüyen birer organik maddesiniz.
Bizler bu dünyanın şarkı söyleyip dans eden pislikleriyiz."

Eğer varlığınızı bunlardan herhangi biriyle tanımlıyorsanız, acilen bir Dövüş Kulübü’ne ihtiyacınız var demektir. Çoğu zaman farkında olmadığımız bu varlığımızı anlamlandırma biçimi, sahip olduklarımızı kaybettiğimizde içine düştüğümüz bir boşluk olarak karşımıza çıkar. Bir gün işimizi kaybettiğimizde bakarız ki tüm hayatımız ve anlamı işimizden ibaretmiş. Bir gün paramızı kaybettiğimizde anlarız ki elimizde olan tek şey paraymış. Anlamalıyız ki –ve belki de tüm hayatımız bunu anlamak uğraşıyla geçecektir-  öğrendiğimiz, bildiğimiz, kabul ettiğimiz ne varsa şüpheyle yaklaşmalı, aidiyetlerimizi, ihtiyaçlarımızı en baştan sorgulamalıyız. Dünyaya ve içine doğduğumuz kurulu düzene en baştan bakmamız lazım. Bakış açımızla fazlasıyla oynayarak hem de. Buna ihtiyacım var mı yoksa bu kendimi tanımladığım, toplum içinde kendime statü biçtiğim bir madalyon mu?

Peki, nedir insanı tanımlayan? Tüm bunların hiçbiri değilsek neyiz biz? Varlığımızı hangi şekilde veya neyle anlamlandırırsak yanılgıya düşmemiş oluruz?

Tüm bu sahip olduğumuzu zannettiğimiz ve bir gün kesinlikle kaybedeceğimiz her şey değilse yaşamak enerjimiz, nedir?

İşte Dövüş Kulübü’nün cevapsız bıraktığı sorular da bunlar. Fakat belki de, cevapsız bırakılmalıydı bu sorular. Doğruyu öğrenmeden önce yanlıştan vazgeçmek gerekiyor belki de.

Hayatından ve işinden memnun, tükettikleriyle mutlu, inandıklarıyla huzurlu biriyseniz acilen bir Dövüş Kulübü’ne ihtiyacınız var demektir!

Bir an önce “dibe vurmanız”, aidiyetlerinizden sıyrılmanız, varlığınızın gerçek anlamı üzerine kafa yoracak kadar çok şey kaybetmeniz gerekiyor demektir!

Çünkü “Acı ve fedakârlık olmadan, hiçbir şeyimiz olmazdı.”

Çünkü “Sahip olduklarımı yok eden kurtarıcı, benim ruhumu kurtarma savaşındadır. Bütün aidiyetleri yolumdan kaldıran öğretmen beni özgür kılacaktır.”

Çünkü “Ancak kaybedecek bir şeyimiz kalmadığında gerçekten özgür olabiliriz.”

Dövüş Kulübü’nü okuyun ve izleyin. Tyler Durden’la mutlaka tanışın. İnşallah, Jack’in söylediği gibi belki “hayatınızın çok garip bir döneminde”  tanırsınız. Belki sizin için çok şeyi değiştirecektir. 

Önyargılarınızdan sıyrılarak okursanız, Dövüş Kulübü sizin de hayatınızı mahvedecek ve buna çok memnun olacaksınız.

“Sen hayatımda başıma gelen en kötü şeysin.”(Marla Singer)


Mert İNAN
Devamını Oku »

Margosyan’ın Gâvur Mahallesi

Öncelikle kitabın yazarından, Mıgırdiç Margosyan’dan bahsetmek istiyorum. O’nu anlatan ifadelerden en hoşuma gideni şu: ‘Margosyan adeta bir kameranın yapabileceği bir ustalıkla resimler çizebilmekte’ Marmara Gazetesi Başyazarı Rober Haddeciyan’a ait bu sözler…

Margosyan’ın doğum yeri, okuduğum kitabına da adını veriyor. 1938 yılında Diyarbakır’ın Hançepek Mahallesi (Gâvur Mahallesi)’nde dünyaya gelmiş.
İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Felsefe bölümü mezunu olan Margosyan, 1966-1972 yılları arasında Üsküdar Selamsız’daki Surp Haç Tıbrevank Ermeni Lisesi’nde müdürlüğün yanı sıra felsefe, psikoloji, Ermeni dili ve edebiyatı öğretmenliği yapmış Ermeni bir yazar.

Diyarbakır’da ‘gâvur’ olduğu için, İstanbul’da da Diyarbakır’dan geldiği için dışlanan, ülkemizde  ötekileştirilmesine rağmen birleştirici ve kucaklayıcı bir üslup sahibi, kıymeti çok bilinmeyen, genelde yaşadıklarını yazan ve yazdıklarını okurlara yaşatan bir yazar.

Kitabın; Mıgırdiç Margosyan hakkında bilgi sahibi olunarak okunmasında fayda gördüğüm için kendisinden bahsederek başlamak istedim.

---

Gelelim Gâvur Mahallesi’ne…

Kitabın orijinal adı Mer Ayt Goğmerı (Bizim Oralar). 1988’de Ermenice kaleme alıyor Margosyan. Ve bu kitabıyla, Paris’te Ermenice yazan yazarlara verilen Eliz Kavukçuyan Vakfı Edebiyat Ödülü`nü alıyor. Daha sonra ise 1992 yılında, Türkçe olarak Gâvur Mahallesi ismiyle yayınlanıyor kitap. Ayrıca Kürtçe’ye çevrilmişi de mevcuttur.

Margosyan kitabında, çocukluğunun geçtiği mahalledeki yaşanmış öyküleri anlatıyor.

‘Yazılarımda, bizim oraları anlattım, gördüğüm ve yaşadığım gibi. Tipleri ve adlarını hemen hemen aynen verdim, değiştirmeden oldukları gibi. Onlardan, o bacolardan, o dayılardan, o amcalardan çoğu öte tarafa göçmüşlerdir. Adları, hatıraları biraz da bu satırlarda, bu kitapta yaşasın.’

Kitap sizleri Diyarbakır’ın sokaklarında gezdirirken;
Aslında birlikte yaşayabilmenin bölgede doğuştan gelen bir kazanım olduğunu,
Günümüzle kıyaslamalar yapıldığında ötekileştirmenin bizlere sonradan öğretildiğini,
Ve bizi biz yapanın farklılıklarımız olduğunu anlıyorsunuz.

Margosyan’ın samimi üslubu duyu organlarınızı ve duygularınızı harekete geçiriyor. Okudukça yaşıyor ve hissediyorsunuz. Margosyan, bir kameranın yapabileceği ustalıkla resimler çiziyor…

Kısacası; Margosyan’la tanışmak için güzel bir kitap…

---

Son olarak değerli yönetmen abim Yusuf Kenan Beysülen’in, Mıgırdiç Margosyan’ın belgeselini hazırladığı süreçte Margosyan’ı tanıdım. Umarım belgesel bir an önce tamamlanır ve izleme fırsatı buluruz…


Muhammet Benek 
Devamını Oku »